31 Ocak 2011 Pazartesi

Başkasının söylediği kimin umrunda...

                İç savaş yaşanmadan birkaç sene önceydi… Ülkede durumlar iyi değildi. Jim’in de iyi değildi…

                Fakat daha gençti, çalışabilirdi. İş bulmak için dışarı çıktı. Etrafta bir yerlerde ona iş verecek birileri olabilirdi. Bir çok yere gitti ve onu sadece kovdular…

                En son zengin bir çiftçiye gitti ve iş istedi. Çiftçi ona iş verdi. Jim de mutlu bir şekilde çalışmaya koyuldu. Gündüz her işe koşturur hiç de şikayet etmezdi. Geceleri de iş olduğunda yapar ve samanlıkta uyurdu.

                Çiftlikte 1 yıl vakit geçirdi. Bu süre zarfında çok çalışmasının yanında, çiftlik sahibinin kızına aşık olmuştu. Fakat ona açılamıyordu bir türlü. Hem işinden kovulacağını düşünüyordu hem de reddeder diye korkuyordu. Halbuki kız da Jim’i seviyordu…

                Bir gün Jim cesaretini topladı ve çiftlik sahibine gitti. Ona :” Kızınıza aşığım. Onunla evlenmek istiyorum.” Dedi. Çiftlik sahibi çok kızmıştı. Öfkeli bir şekilde bağırarak, “ Senin gibi çulsuza benim gibi soylu biri kızını evlenmesi için veremez! Defol Burdan!” diye kovdu…

                Jim, çulsuz olup düzene küfredeceğine daha farklı düşündü…

                Ve gerçek adı James A. Garfield olan Jim, Amerika Birleşik Devleti’nin başkanlarından biri olarak tarihe geçti!




29 Ocak 2011 Cumartesi

Vazgeçmek bir seçimdir! Vazgeçmemek de…

Bir imparator ve karınca…

On dördüncü yüzyıldı… İhtişamlı, cesaretli ve büyük İmparator Timur’un Ordusu, Asya’da güçlü bir düşmanın bozgununa uğruyordu.

         Timur dağılmıştı. Büyük bir İmparatorluğun lideriydi. Büyük düşünen ve bunu gerçekleştiren bir lider…
Fakat düşman karşısında dağılıyordu. Hem ordusu hem de kendisi…

Düşman çekilirken o da terk edilmiş, yıkık dökük bir ahırın içerisindeydi. Ümitsiz bir şekilde yatıyordu. Uyku tutmuyordu fakat aklına bir şey de gelmiyordu.

Büyük bir İmparator umutsuz bir şekilde, ölüyordu…

Sonra bir karınca gördü. Onu seyretmeye koyuldu. Merakla seyrediyordu. Çünkü bu karınca boyundan kat kat büyük bir buğdayı duvarın üzerinden geçirmeye çalışıyordu. Karınca sürekli deniyordu. Tam 69 kez başaramadı. Timur hala izliyordu.  Karınca sonunda, 70. denemesinde buğdayı duvarın arkasına taşıdı…

Timur birden ayağa kalktı. Durmamalıydı! Bir şey olmuyorsa hiç olmayacak anlamına gelmezdi. Ayrıca büyük bir lider ve imparatordu. Hemen yenilemezdi!

Ve düşmanın üzerine gitti. Sonunda da kazandı!

Tarihe de Timur ismi altın harflerle yazıldı!





27 Ocak 2011 Perşembe

Hayatta Bir Engel Mi Var?

Aynaya bakın!

2 yaşındayken çocuk felci geçirmişti. Doktorlar bundan sonra ancak koltuk değnekleri sayesinde hareket edebileceğini söylemişlerdi. Etrafındaki herkes onun bu durumuna üzülmüştü.

Yaşı büyüyordu. Etrafındakiler ona üzülerek bakıyordu. Onun bu genç yaşta değneklere bağlı kalmasına üzülüyorlardı. Bir tek kişi inanmıyordu. O da kendisiydi…

Değnekleri bir kenara koydu ve koşmaya başladı. Bir atlet olmak istiyordu. Çalışmalara başladı ve her antrenmanını büyük bir zevkle yapıyordu. Engel ya da diğer şeyleri bir yana bırakmıştı…

Hem koşma yeteneğini geliştiriyordu hem de amacının dışında kalan şeyleri boşverebilme yeteneğini geliştiriyordu… En önemlisi de buydu…

Bir zamanlar engelli dedikleri çocuk Claudiad de Sevilla Maratonunda 42.195 metreyi 8 saat 53 dakikada koşarak dünya 5.si oldu!

Bu harika atlet bir TÜRK’tü. İsmi de

Nihat Demir

22 Ocak 2011 Cumartesi

Düş, inancın gerçekleşmiş halidir!

Mimar Sinan

         O, büyük bir DÜŞ’leyendi. O, gerçek bir DÜŞ’leyendi. Bir camii bir medrese ya da bir köprü  yapılacaksa, Mimar Sinan’ın yaratıcılığına ve işine bağlılığına güvenilirdi…

         Bir gün Kanuni Sultan Süleyman, büyük bir araziye, adına yakışır bir camii yaptırmak istemiştir. Aynı zamanda bu arazide medreseler, aşevleri gibi halka yararlı yapılar da yaptırmak istemiş.

         Hemen Mimar Sinan’a haber vermiş. Onun ne kadar büyük bir Mimar olduğundan emindi ve bu işi ancak o yapabilir diyordu.

         Mimar Sinan geldi ve ona ne istediğini söyledi Süleyman. Mimar Sinan’da hiç vakit kaybetmeden işe başlamak istiyordu ve hemen araziye gitti.

         Tüm ekibini topladı. İşçiler, çıraklar ve diğer ustalar…

         Mimar Sinan, hemen binayı yapmak isteyip saraydan hızlıca çıkmıştı fakat araziye gelip hiçbir şey yapmıyordu. Sadece ortasına oturup sağa sola yukarı aşağı bakınıp duruyordu. Arada bir ustalarına bir şeyler söylüyordu ve tekrar boş arazinin ortasına gelip oturuyor ve akşama kadar gözlerini açıp kapıyor, sağa sola bakıyordu.

         Etraftaki insanlar Mimar Sinan’ı böyle hiçbir şey yapmadan görünce hemen Kanuni Sultan Süleyman’a haber uçurdular. “Padişah’ım Mimar Sinan hiçbir şey yapmıyor. 2 haftadır sabahtan akşama kadar arazinin ortasına oturup sağa sola bakınıp duruyor.” diye şikayet etmişlerdi. Kanuni de Mimar Sinan’ın güvenilir biri olduğunu biliyordu. Gidip kendi gözleriyle görmek istedi. Şikayetin asılsız olmasını istiyordu…

         Kanuni Sultan Süleyman, arazinin olduğu yere gitti ve uzaktan Mimar Sinan’ı izledi. Gerçekten de şikayet ettikleri gibiydi. Mimar Sinan sabahtan akşama kadar oturup, sağa sola bakınıp duruyordu.

         Kanuni sinirlenmişti. Ama yüreğinin bir parçası hala ona güveniyordu. Hemen yanına istedi Mimar Sinan’ı.

         Gittiler ve “Seni Sultanımız çağırıyor!” dediler. Mimar Sinan bunu duyunca yerinden hafifçe doğruldu ve dümdüz yürümek yerine sağa sola dönüp yürüyordu. Bazen eliyle bir kapıyı iter gibi yapıyordu bazen de sanki tavana çarpacakmış gibi eğilip geçiyordu.

         Kanuni şaşkınlıkla izledi Mimar Sinan’ı. Onun bu hareketlerine önce anlam veremedi. Fakat sonra anladı ki bu müthiş insan, 2 hafta boyunca nasıl bir yapı olacağını düşlemişti. Onu o boş araziye zihninde çoktan inşa etmişti…

         Kanuni, Mimar Sinan’a bir kez daha güvendi ve inandı.

         İşte güzel ülkemizin harika yapılarını inşa eden bu harika düş ustası Mimar Sinan’dır…


20 Ocak 2011 Perşembe

“DÜŞ, EN GERÇEK ŞEYDİR!

DÜŞLE! GERÇEKLİK ARKASINDAN GELECEKTİR!”

Yaşıtlarından çok farklıydı. Sürekli düşler ve hayallere dalardı. Eğitim almayı pek sevmezdi fakat almak zorundaydı. Onun hayalleri bambaşkaydı… Yıllardır koca bir imparatorluğun hayaliydi…

Lala’sı onun bu inançlı yönünü fark etmişti. Çok farklı bir çocuktu ve çok farklı davranıyordu. Onun özel biri olduğunu ve gelecekte yine çok özel biri olacağını fark etmişti. O gelecekte düşünü kurduğu o büyük şeyi gerçekleştirecekti… Bundan emindi! Buna inanıyordu ve bunu başaracaktı!

Lalası Akşemseddin odasına kapandığını ve saatlerce dışarı çıkmadığını gördü. Odasına gittiğinde ise onu büyük bir dikkat ve konsantrasyonla bir şeyler düşünürken, bir plan yaparken görmüştü. Çok şaşırmıştı. Daha o yaşta bir çocuğun eğitiminin dışında oyun oynaması gerekiyordu fakat o oturmuş, önünde bir harita düşünüyordu… Düş kuruyordu… Akşemseddin ona “ Ne yapıyorsun?” dediğinde o da kendinden emin bir tavırla “İstanbul’u fethediyorum!” demişti…

Aradan yıllar geçti. Osmanlı’nın hayali olan İstanbul, onun düşü olmuştu. Gerçekleşen düşü!

Gemileri karadan yürüttü, ele geçirilmez denilen kaleleri zaptetti.  Bir çağı kapattı, yeni bir çağ açtı! Kendi düşü, bütün bir İmparatorluğun düşü olmuştu!

Ve 1453 yılında, yıllarca yerinden bile oynatılamamış İstanbul, Mehmet’in gücüyle zangır zangır titretilmişti!

Ve ona bundan sonra Fatih Sultan Mehmet diyeceklerdi…

Düşlerin Fatihi! İstanbul’un Fatihi!


13 Ocak 2011 Perşembe

BİR İNSAN NELERİ DEĞİŞTİREBİLİR?

BİR ULUSUN KADERİNİ MESELA…


Mecidiye Tabyası’ndaydı. Etrafına baktı ve tüm silah arkadaşlarının yerlerde olduğunu gördü. Hepsi ya ölmüştü ya da yaralıydı. Durumu şaşkınlık içinde izliyordu. Yapması gereken şeyin ne olduğunu da bilmiyordu…

Tabyanın komutanı olan Hilmi Bey de şaşkınlık içerisindedir. Bütün askerleri yaralanmış ya da ölmüştür. Bu sırada patlamalar halen devam etmektedir. Hilmi bey tozdan ve dumandan nereye gittiğini nerde olduğunu bile bilemez. Sadece askerlerin çektiği acılardan gelen inlemeleri duyar. Fakat elinden bir şey gelmez…

Bu sırada Queen Elizabeth gemisi tabyanın olduğu bölgeye yaklaşmış hatta top atışına da başlamıştır. Türk birlikleri ne kadar karşılık verirlerse versinler dünyanın en büyük zırhına sahip olan bu gemiye işlememektedir. Başka bir şey yapılmalıdır. Yoksa bu şeytan boğazı yerle bir edecektir…

Seyit Onbaşı da durumun farkındadır. Bir şey yapmalıdır. Bu gemiyi durduracak, hatta batıracak bir şey…

Yerde bir top görür. Eğer o topu menzile yerleştirip atarsa gemiye büyük bir zarar vereceğini düşünür.
Seyit Onbaşı topu kucaklar. Topun ağırlığı tam 287 kilodur*.


Topu kaldırdığı gibi menzile yerleştirir.
Ve ateşler…
Top inanılmaz bir gürültüyle fırlar yerinden. Ve tam da Queen Elizabeth’in dümeninin içine düşer…
Gemi ortadan ikiye ayrılır. Zayıf noktasından vurulmuştur.
Seyit Onbaşı atışı yapar yapmaz tabyasına döner ve mücadelesine devam eder…

Milletinin, ülkesinin kaderini değiştiren bu güçlü adam bir ormancıdır. Onun bu inancı ve gücü sayesinde Queen Elizabeth boğazı geçememiştir.

Kahraman Seyit Onbaşı’nın tek başına yaptığı bu şey, bir milletin kaderini değiştirmiştir…




11 Ocak 2011 Salı

NEREDE OLDUĞUN DEĞİL, NEREYE GİTTİĞİN ÖNEMLİDİR!

Anthony Robbins

Anthony Robbns ismini duymuşsunuzdur. Özellikle kişisel gelişimle ya da motivasyonla ilgilenen herkes duymuştur.

Duymayanlar içinse tanıtayım...

Anthony Robbins, bir kişisel gelişim uzmanı, yaşam koçudur. Kendi deyimiyle “antrenör”’dür. Dünyanın en iyi  işadamları arasında gösterilen bir girişimci ve yatırımcıdır. Aynı zamanda yaptığı motivasyon seminerleri ve televizyon programlarıyla bir gösteri adamıdır. Kendisi şuan Pasifik Okyanusu’na bakan bir şatoda 2 çocuğu ve eşiyle birlikte yaşamaktadır ve kitapları milyonlar satmıştır…

Peki!  Anthony Robbins, bütün bunları başarmadan önce nasıl bir yerdeydi. Nasıl bir süreç izlemiş ki bu bloga girme fırsatı bulmuş hep beraber inceleyelim…

 30 metre kare bir evde yaşamaktaydı. Ailesinden ayrılmıştı. Çünkü mutsuzdu. Bu küçük ve bakımsız evde yalnız başına yaşıyordu. Bulaşık yıkaması gerekirse küvetini kullanıyordu. Para kazanmak için yapacağı bir şey yoktu. Çünkü kendini kapana kısılmış ve çaresiz hissediyordu.
İnsanların sorunlarını dinliyordu. Hatta onlara çözüm buluyordu. Lise zamanlarında ona “Sorun Çözücü” diyorlardı. Bu da onu mutlu ediyordu. Fakat bir sorun vardı. Etrafındaki herkesi mutlu ediyordu. Ama bir kişi vardı mutlu olmayan o da kendisiydi…
O bu yaşamı hak etmediğini daha iyi bir yaşamı hak ettiğini düşünüyordu. Kendi kendine odasında debelenip duruyordu….
Sonunda “YETER ARTIK!” dedi. Bu söz onun hayatının en önemli sözüydü. Artık bu olanların hepsi geçmişte kalacaktı. O istediği hayatı yaşamalıydı. Çünkü kendisi böyle istiyordu…
Çalışmalarına başladı. İnsanlara koçluk yapmaya başladı. Sonra televizyon programları yazdı. Kanada’da bu programları yaptı. Sonra Amerika’da da uyguladı. Programları insanlara katkı sağlıyordu. Onların hayatlarında bir fark yaratması için etkili oluyordu. Zaten istediği şey de oydu.
Sonra seminer düzenlemeye karar verdi. O daha fazla insana ulaşmak istiyordu. Daha fazla insana ulaşınca daha çok tanındı. Daha çok tanınınca hem kendi hayatında hem de diğer insanların hayatlarında bir fark yarattı.
Seminerleri Amerika’ya herkesin ilgisini çekti. Herkes onunla tanışmak için ve hayatına bir katkısı olacağını düşündüğü için seminerlerine katılıyordu.
Robbins, kendini aşmıştı. Artık dünyanın her yerinde seminer vermeye başladı. Kitaplar yazdı*. Milyonlarca insana ulaştı. Büyük sporcularla, bilim insanları, oyuncular ve  bürokratlarla çalıştı.
Evet! Anthony Robbins bugün tüm dünyanın tanıdığı bir insan. Hayatını istediği gibi yarattı.
Bunun tek bir nedeni vardı.
Olduğu durumun ne olduğunu umursamadı. Gittiği yolun güzelliğini düşündü ve o yolda yürüdü…


·         * Sınırsız Güç, İçindeki Devi Uyandır, Bir Dosttan Pusulalar, Dev Adımlar.

9 Ocak 2011 Pazar

SİZİ ENGELLEYEN BİR ŞEYLER Mİ VAR?

BİR DE ONUNKİLERİ DİNLEYİN…

Soichiro Honda, 1938 yılında bir öğrenciydi. Bütün parasını küçük bir atölyeye yatırmıştı. İşe yarayacağına inandığı piston ringleri konusundaki fikirlerini, ufak bir ekiple uygulamaya koyulmuşlardı. Gecesini gündüzüne katıp atölyede çalışıyordu. Parasız kaldığı zamanlarda , karısının mücevherlerini rehin bırakıyordu ve hayalini kurduğu proje üzerinde çalışıyordu.


Projeyi tamamladı. Ekibiyle çok mutluydular çünkü bu projeyi TOYOTA firmasına sunacaklardı. Uzun ve yoğun bir çalışmanın ürünü olan piston ringlerinin TOYOTA tarafından kabul göreceğinden emindiler…

Projeyi sundular ve TOYOTA, böyle bir teknolojinin işe yaramayacağını düşündüğü için kabul etmedi ve Honda tekrar okuluna döndü. Okula döndüğünde herkes ona “ Biz bu işin olmayacağını zaten söylemiştik.” diyordu  ve onun fikirleriyle alay etmeye devam ediyorlardı. Ailesi de onun başaramayacağı konusundaki fikirlerini Honda’dan sakınmıyorlardı…

Honda için bu önemli değildi. Fikir üretmeye ve uygulamaya devam etti. Ne istediğini ve ne elde edeceğini biliyordu.

Sonunda TOYOTA, ona istediği ve hayalini kurduğu teklifi sunmuştu. O da kabul etti  ve böylece kendi fabrikalarını kuracaklardı. Fakat bir sorun çıkmıştı. Dönemin hükümeti fabrika kurmak için beton vermeyi kabul etmemişti. :Çünkü kapıda bekleyen bir savaş vardır…
Soichiro Honda için bu durum bir şikayet etme zamanı ya da pes etme sebebi değil, daha yaratıcı fikir üretme zamanı olmuştur. Sonrasında ekibiyle kendi betonlarını üretmişlerdir.

Honda, ekibiyle birlikte fabrikalarını kurdu ve üretime başladılar. Her şey yolunda gidiyordu fakat bu sırada ülkesinde büyük bir savaş vardır.Savaş sırasında, Honda’nın hayalini kurduğu ve hayalini gerçekleştirdiği fabrika 2 kere bombalandı.

Buradan sonra yazının “Sonra Honda hayaline küstü ve bir iş bulup geçimini sağladı…” diye devam edeceğini düşünüyorsanız yanılıyorsunuz.

Honda bu durumu da fırsata çevirdi ve bombalardan ve bombaların etkisinde dağılan benzin tenekeleri, onun istediği piston ringleri ve tasarladığı modelleri yaratmada çok kullanışlı bir maddeye çevirdi… Honda yine başarmaya devam ediyordu.

Honda hayallerini bir bir gerçekleştirirken, ülkede büyük bir benzin kıtlığı yaşandı ve insanlar arabalara binmek yerine iş yerlerine ya da günlük gezilerine bisikletle ya da yürüyerek gitmeye başladılar. Honda bunun ne kadar zor olduğunu ve günlük hayattaki işleri yavaşlattığını biliyordu ve bunun için düşünmeye başladı.

            Aklına yaratıcı bir fikir daha geldi çünkü hayallerini gerçekleştirme yolunda devam ediyordu. Normal bir bisiklete, arabalardan çok daha az benzin yakan bir motor taktı. Böylece bisiklet motor gücüyle çalışıyor ve hızlı hareket etmeyi sağlıyordu. Aynı zamanda da yollarda hiç vakit kaybettirmiyordu. Honda’nın bu icadını gören herkes “ Bize de bundan yapar mısın?” diyordu. Honda artık talepleri karşılayamaz olmuştu. Çok fazla ilgi gösterilen bu aracı Honda ve ekibi tek başına yapması imkansızlaşmıştı. Honda, ülkedeki bisikletçilerle anlaşmayı planladı. Tam 18.000 bisikletçiye mektup yazdı. Bunlardan sadece 5000’i kabul etti ve Honda’nın icadı hızla yayılmaya başladı. Bu icadına , bu harika, hafif ve kullanışlı araca “Super Club” dedi.


            Ardından Honda’nın ünü tüm Japonya’ya daha sonra  da tüm dünyaya yayıldı. Kendisinin bu başarısını bir gecede elde ettiği sanıldı(!). Ona İmparatorluk Nişan’ı verildi.

            Honda’da bu harika teknolojilerini gelecek nesillere aktarıp, insanlığa hizmet etme hayalini kurdu  ve tabi ki onu da şuan gerçekleştirmekte…



            Honda’nın , ABD ve Japonya’daki fabrikalarında 100.000 kişi çalışmaktadır. Bir zamanlar Toyota’nın reddettiği Soichiro Honda’nın teknolojisinin tamamı günümüzde satılmaktadır.


7 Ocak 2011 Cuma

TUTKUYLA VE BÜTÜN VARLIĞINLA İSTE…

40 yaşındaydı. Hayatının gidişatından çok da memnun değildi. Üstelik bir işi de yoktu.

Bir akşamüstü yolda yürürken bir ses duydu. “Tiyatro var! Gelin! Bu akşam ki oyuna gelin!” diye bir ses. Merak etti ve sese doğru yürüdü. Oradaki görevliye “Tiyatro ne?” diye sordu. Görevli de anlattı fakat bizimki anlayamadı. Cebindeki son parasıyla bir bilet aldı tiyatroya girdi. Oyunun başlamasını bekliyordu.

Oyun başladı. Oyuncular rollerini sergiledikçe, bizim ki heyecanlanıyor daha da büyüleniyordu.

Sonunda oyun bitmişti. Bütün izleyenler ve oyuncular salondan gitmişlerdi fakat bizim adam hala ordaydı. Görevliler geldi ve çıkmasını söylediler. Onun çıkmaya hiç niyeti yoktu. “Bana müdürünüzün yerini gösterin onunla acil bir şey konuşmam gerek!” dedi. Onlarda müdürün odasına götürdüler bizim adamı. Odaya girer girmez, buraya hayran olduğunu ve burada çalışmak istediğini söyledi. Tam da zamanında gelmişti çünkü tiyatroya bir temizlikçi alınacaktı. Bizim ki hemen işi kabul etti ve çalışmaya başladı…

Günler, haftalar, aylar geçti… Bizimki orada kaldıkça oyunları izliyordu. Hatta o kadar etkilenmişti ki kendi oyunlarını yazdı. Yazmakla kalmadı ve onları kendince oynamaya başladı. Sonra oyunlarını tiyatrocu insanlara sundu. Onlarda beğendiler…

Yıllar sonra bu 40 yaşındaki adamın ismi tarihe,

SHAKESPEARE diye geçmişti…


6 Ocak 2011 Perşembe

VAZGEÇMEMELİ İNSAN… AYNEN ONUN VAZGEÇMEDİĞİ GİBİ…


Emekli olmuştu. Aylardır evde monoton geçen hayatından sıkılmaya başlamıştı. Artık bir şeyler yapmalıydı. Onun hayatı böyle olmamalıydı.

Birkaç gün düşündükten sonra aklına bir fikir geldi. Çok güzel bir tavuk tarifi biliyordu. Çocuklarına, ailesine yapıyordu bu tarifteki tavuğu ve onlarda çok beğeniyorlardı. Kendi de çok beğeniyordu. Sonra “ Benim bu tavuk tarifimi restoranlara sunayım. Onlar yapıp sattıkça bende yüzde alırım.” Dedi ve arabasına atlayıp yola koyuldu…

5-6 tane restorana teklifini sundu. Fakat “Hayır” cevabı aldı. Sorun etmedi çünkü yaşadığı bölgede binlerce restoran vardı. 15. restorana gitti. Yine “Hayır” cevabını aldı. Yine sorun etmedi. Yaklaşımını değiştirdi. Kabul etmemelerindeki sorumluluğu onlarda bulmadı. Düşündü ve o müthiş tavuk tarifini farklı şekillerde sunmayı denedi. Sonra 20 restoran daha gezdi ve yine “HAYIR” cevabı aldı…

Fakat o durmadı. Şikayet etmeden, büyük bir sabırla yoluna devam etti. “Elbet bir yerde birileri bu tarifi beğenecek ve ben isteğime ulaşacağım…” dedi. 100. restorana gelip teklifini sunduğunda ve “HAYIR” cevabını aldığında da aynı şeyi söylüyordu.

Bu sırada arabasında uyuyor ve uyandığında tekrar restoranları gezmeye devam ediyordu.

200, 240, 310, 450, 500, 700, 800, 900…

Restoran çoktu. Ne kadar “Hayır” derlerse Sanders’ın inancı o kadar artıyordu. 1000. restorandan “HAYIR” cevabı alınca da inancı 1000 kat daha artmıştı…

18 restoran daha gezdi ve yine “HAYIR” dediler. Tarifi beğenseler bile işe yaramayacağını düşünüyorlardı. 1018 restoran sahibi buna inanmıyordu fakat Albay Sanders inanıyordu…

1019. restorana geldiğinde ikna etmeyi başardı ve o müthiş tavuk tarifini kabul ettirdi.

Ve şuanda o tarifi bütün dünya biliyor.

Nasıl mı?

İşte…






5 Ocak 2011 Çarşamba

DÜNYANIN EN YETENEKLİ “YETENEKSİZİ”

Michael Jordan

Potaya atış yapıyordu. Bir gün önce kolej takımına girememişti. Çünkü boyunu kısa bulmuşlardı. Ayrıca ona “Senin basketbola yeteneğin yok!” demişlerdi.

Atışlarına devam etti. Her gün yüksek direklere asılıyordu, zıplıyordu. Boyunu uzatmalıydı. Aynı zamanda atışlarını da geliştirmeliydi…

Her gün yüzlerce atış yapıyordu. Antrenmanlarını bir şampiyon, bir efsane gibi yapıyordu. Çünkü efsane olmak istiyordu. Bunun için çalışıyordu… Takıma seçilip oradan da hedefi olan NBA liginde oynayacaktı. Bundan emindi! Ne olursa olsun NBA de oynayıp, bir yıldız olacaktı.

Ve başardı. Kolej liginin efsanesi oldu. Çünkü efsane gibi antrenman yapıyordu, efsane gibi yaşıyordu. Kolej liginden sonra diğerlerinin “Yeteneksiz” diye tabir ettikleri Michael, Chicago Bulls takımında oynamaya başladı…

Chicago Bulls’ a geldikten sonra dünyanın hayretle izlediği bir basketbolcu, bir sporcu olmuştu. Herkesin beğenisini kazanmıştı. İnancı ve çalışkanlığıyla sadece basketbolcuların değil bütün dünyanın idolü gelmişti. Her maç “Bunu bir insanoğlu yapamaz!” dedirten hareketler yapıyordu ve kendine hayran bırakıyordu.

            Aynı zamanda çok iyi bir liderdi. Takımını motive ediyordu ve 3 defa üst üste Chicago Bulls’un şampiyon olmasında büyük etkisi olmuştu.

            Babası öldükten sonra basketbola ara verdi ve beyzbol oynamaya başladı. 1 sene boyunca 2. ligde bir takımda oynadıktan sonra efsane tekrar basketbola döndü ve Chicago da kariyerini sürdürdü…

            Sonrasını hepimiz biliyoruz. Efsanevi basketbolcu Michael Jordan, bırakacağını açıkladıktan sonra çıktığı son maçın son saniyesinde attığı üçlük sayesinde Chicago Bulls’u şampiyon yaptı ve böylece basketbolu bıraktı.

            Şimdi hepimizin bildiği ve basketbol denilince aklımıza gelen bu adam bir zamanlar boyu kısa olduğu için ve yeteneksiz olduğu için takıma alınmamıştı…

Hayatım boyunca hata üstüne hata, hata ve hata yaptım bu yüzden başardım.


4 Ocak 2011 Salı

ONUNLA ÖĞRENDİK BİZ İNANMAYI VE BAŞARMAYI…


O doğduğu zaman çok da iyi zamanlar olarak görülmüyordu. Her an büyük savaşların ve göçlerin başlayacağı günler gelebilirdi. Babası ve annesi yaşamını endişeli bir şekilde geçirirken o dünyaya geldi…

Çocukluğu bir çocuk gibi geçmemişti. 7 yaşında babasını kaybetti. Annesiyle birlikte yaşıyordu. Ne oyuncağı vardı  ne de bir oyun arkadaşı. Ayrıca parası da yoktu…

Annesiyle birlikte oradan oraya sürükleniyorlardı. Etraftaki insanlar, annesi dul olduğu için kötü gözle bakıyorlardı. Okumaya başka bir İle gittiğinde annesi de “DUL KADIN” damgasından kurtulmak için başka bir adamla evlendi. O bunu öğrendiğinde annesine küstü…

Ne parası ne de doğru dürüst giysileri vardı. Ama hayalleri büyüktü. Her durumda kendini geliştirdi. Odağı hayallerindeydi. Onun için üstüne giyemediği ceket ya da yiyemediği daha lezzetli yemekler önemli değildi. Hayallerini gerçekleştirince zaten bunları yapabilirdi…

Yaşı ilerledi ve ülkesinde savaşlar başladı. Savaşlara gitti. Komutan oldu. Hayallerini daha da büyüttü ve her fırsatı değerlendirdi. Çok geçmeden komutan oldu. Engeller ne kadar büyürse büyüsün o daha çok hayal kuruyordu ve hayalinin peşinden gidecek fırsatları yaratıyordu. Şikayet etmek ona göre acizlikti…

En yakınındakilerin bile “İMKANSIZ” dedikleri ona göre basitti. Ona “Ya olmazsa?” diyenlere, “ Eğer inançlıysan ve gerekeni, elinden gelenin en iyisini yaptıysan olur. Ya olmazsa demek zaten yenilgidir.” Diyecek kadar cesurdu ve gerçekçiydi…

Dünyanın en büyüklerinin karşısına inancı ve aklıyla çıktı. Yenilmezleri yendi, yapılmazları yaptı.

Evet!
Onunda parası yoktu, onun da kıyafetleri, arabaları, fırsatları veya hisse senetleri yoktu…
Ama inancı vardı… Hayalleri vardı. En güvendiği hayalleriydi… Hayallerini gerçekleştirince zaten olacaklar olacaktı…

Ve gerçekleştirdi…
Şu anda bu yazıyı gönül rahatlığıyla, özgürce okumanızı sağlayan bu özgür ülkeyi bize armağan eden O'ydu... Bu onun hayaliydi…

Bütün bunları yapan kişi de tahmin ettiğiniz gibi,

 MUSTAFA KEMAL ATATÜRK...


3 Ocak 2011 Pazartesi

ŞAMPİYONLUK BEKÇİSİ

MIKE TYSON

Gece 03.00 olmuştu. Dışarıda abisi ve çetedeki diğerleriyle birlikte bir apartmanın köşesinde düşman diye tabir ettikleri bir beyazı bekliyorlardı. Beyaz insan arabasından indi ve yürümeye başladı. Çeteye girmenin kurallarından biri de , silahla adam öldürmek ve yakalanmamaktı. Silahı çetenin yeni üyesi olan 11 yaşındaki Mike’ a verdiler. Mike silahı aldı ve 2 el ateş etti. Neyse ki acemiydi ve Beyazı öldürmedi. Sadece bacağından yaraladı… Bununla başlayan olaylar Mike’ın 16 yaşına gelene kadar 46 kere gasp, yaralama, hırsızlık suçlarından ceza almasına ve sabıka dosyasının kabarmasına neden olmuştu.

Mike, 18’ine gelince artık değişmek istiyordu. Boyu uzamış ve güçlenmişti. Onun bu durumunu keşfeden Kevin Rooney, ona hemen el uzattı. Mike’a eğer onunla kalırsa iyi bakacağını ve ona boks öğreteceğini söyledi. Bu Mike’ı heyecanlandırmıştı ve Rooney onu alıp evine götürdü.

Sabahları çok erken kalkıyor ve koşu yapıyordu. Sabah ve akşam saatlerinde antrenmanlarını yapıp uyuyor ve diğer günün sabahı tekrar erken saatte kalkıyordu. Mike artık bir hedefe bağlanmıştı. Ne olursa olsun o pis hayatı bırakıp, ŞAMPİYON OLMAK…

Gece gündüz bunun için çalışıyordu. Antrenörü Kevin, onda bir şampiyonun ruhunu görmüştü.
           
            Bir sabah antrenmandan önce Kevin Mike’ı çağırıp ona bir hediye verdi. Bu hediye ufak bir yıldızdı. Eskiden Muhammed Ali’nın dövüşürken taktığı yıldız…

            Mike çok geçmeden ulusal takıma alındı ve Gençlik Olimpiyatlarına katıldı. Burada rakibini 7 saniyede nakavt ederek ilk Şampiyonluğunu yaşadı.

            Sonrasında kariyeri hızla yükseldi ve Mike Tyson ismini bütün dünyaya duyurdu.

            Mike Tyson, şampiyonluğunu çoğu kez başkasına devretti fakat geri almasını bildi…

            İşte bu yüzden Mike Tyson bir Şampiyonluk Bekçisidir....



ÖNCE TUVALETLERDE YATTI SONRA KÖMÜRLÜKTE.. ŞİMDİ DE FERRARİSİYLE GEZİYOR..

KİM Mİ?

           Evsizdi.. Ankara’da sokaklarda yaşıyordu.. Varoş bir yaşamı ve onu hiç ama hiç desteklemeyen hatta ona dayak atan bir ailesi vardı. Ayrıca okula da gönderilmemişti. Bunun yerine ayak işleri yaptırılması için akrabalarına gönderilmişti. Fakat burada da istenmiyordu. Yaptığı en ufak hatada akrabaları tarafından dayak yiyor ve ceza olarak aç bırakılıyordu. Fakat onu dayaklar ya da açlık üzmüyordu. Onu üzen şey okula gidememekti…

           11 yaşında Ankara’nın merkezine kaçtı. Burada kalacak bir yeri olmadığı için tuvaletlerde kalıyordu. Bazen kahvelerde yatıyordu. Çoğu zamanda uyanık kalmaya çalışıyordu… Kalacak bir yeri yoktu. Ayrıca Ankara’nın o sert soğuğundan korunmak için üstüne giyebileceği giysileri de yoktu. Ama o bunların hiçbirini sorun etmedi. Elinde olmayanlara değil olan şeylere şükretti. Onun için nerde olduğu önemli değildi,, Nereye gittiği önemliydi. Açlık, soğuklar ya da kalacak bir yerin olmamasından dolayı şikayet etmiyordu çünkü artık kendisi için yepyeni bir başlangıç yapmıştı ve varoş bir yaşamı bırakıp Ankara’ya gelmişti… Kendi deyimiyle gelecek onundu..

            Aradan zaman geçince kendisine kalacak bir barınak buldu. Okuma-Yazma’ yı bilmediği için okuma-yazma öğrenmesi gerekiyordu. Okula gidemediği için de kendi çabasıyla öğrenmeliydi. Kalem alacak parası yoktu. Bu nedenle harfleri duvarlara kömürle yazıyordu. Ufak işlerden kazandığı parasını da eğitimine harcıyordu. Bu arada günde 1 lira kazanıyordu. Hatta bazen onu da kazanamıyordu…

            İngilizce öğrenmeye çok meraklıydı. Arkadaşlarının arasında hep –bilmediği halde- İngilizce konuşmaya çalışıyordu. Arkadaşları da onunla dalga geçiyordu…

            Onun İngilizce merakı, hayatını kökten değiştirecek bir kararı vermesine neden oldu. 1975 yılında bir otobüs bileti buldu ve İngiltere’nin başkentine, Londra’ya gitti. Ve artık hayatını değiştirme yolundaki en büyük adımı atmıştı…

            Londra’ya gidince bir kebap lokantasında iş buldu. Burada 7 yıl çalıştı. Burada yemek yapmasını öğrendi. Restoran işletmeciliğini de iyice kavradı. Sonra bir bankaya gitti ve 10.000 Dolarlık bir kredi aldı. Böylece Sofra Restoranları kurulmuş oldu.

            Sofra, İngiltere’de en fazla kazanan işletmelerden biri. Yılda 4 milyon dolar ciro yapıyor…

            Bütün bunları yapan ve 60 milyon dolarlık servete sahip olan kişi de,

Hüseyin Özer…