31 Ocak 2011 Pazartesi

Başkasının söylediği kimin umrunda...

                İç savaş yaşanmadan birkaç sene önceydi… Ülkede durumlar iyi değildi. Jim’in de iyi değildi…

                Fakat daha gençti, çalışabilirdi. İş bulmak için dışarı çıktı. Etrafta bir yerlerde ona iş verecek birileri olabilirdi. Bir çok yere gitti ve onu sadece kovdular…

                En son zengin bir çiftçiye gitti ve iş istedi. Çiftçi ona iş verdi. Jim de mutlu bir şekilde çalışmaya koyuldu. Gündüz her işe koşturur hiç de şikayet etmezdi. Geceleri de iş olduğunda yapar ve samanlıkta uyurdu.

                Çiftlikte 1 yıl vakit geçirdi. Bu süre zarfında çok çalışmasının yanında, çiftlik sahibinin kızına aşık olmuştu. Fakat ona açılamıyordu bir türlü. Hem işinden kovulacağını düşünüyordu hem de reddeder diye korkuyordu. Halbuki kız da Jim’i seviyordu…

                Bir gün Jim cesaretini topladı ve çiftlik sahibine gitti. Ona :” Kızınıza aşığım. Onunla evlenmek istiyorum.” Dedi. Çiftlik sahibi çok kızmıştı. Öfkeli bir şekilde bağırarak, “ Senin gibi çulsuza benim gibi soylu biri kızını evlenmesi için veremez! Defol Burdan!” diye kovdu…

                Jim, çulsuz olup düzene küfredeceğine daha farklı düşündü…

                Ve gerçek adı James A. Garfield olan Jim, Amerika Birleşik Devleti’nin başkanlarından biri olarak tarihe geçti!




29 Ocak 2011 Cumartesi

Vazgeçmek bir seçimdir! Vazgeçmemek de…

Bir imparator ve karınca…

On dördüncü yüzyıldı… İhtişamlı, cesaretli ve büyük İmparator Timur’un Ordusu, Asya’da güçlü bir düşmanın bozgununa uğruyordu.

         Timur dağılmıştı. Büyük bir İmparatorluğun lideriydi. Büyük düşünen ve bunu gerçekleştiren bir lider…
Fakat düşman karşısında dağılıyordu. Hem ordusu hem de kendisi…

Düşman çekilirken o da terk edilmiş, yıkık dökük bir ahırın içerisindeydi. Ümitsiz bir şekilde yatıyordu. Uyku tutmuyordu fakat aklına bir şey de gelmiyordu.

Büyük bir İmparator umutsuz bir şekilde, ölüyordu…

Sonra bir karınca gördü. Onu seyretmeye koyuldu. Merakla seyrediyordu. Çünkü bu karınca boyundan kat kat büyük bir buğdayı duvarın üzerinden geçirmeye çalışıyordu. Karınca sürekli deniyordu. Tam 69 kez başaramadı. Timur hala izliyordu.  Karınca sonunda, 70. denemesinde buğdayı duvarın arkasına taşıdı…

Timur birden ayağa kalktı. Durmamalıydı! Bir şey olmuyorsa hiç olmayacak anlamına gelmezdi. Ayrıca büyük bir lider ve imparatordu. Hemen yenilemezdi!

Ve düşmanın üzerine gitti. Sonunda da kazandı!

Tarihe de Timur ismi altın harflerle yazıldı!





27 Ocak 2011 Perşembe

Hayatta Bir Engel Mi Var?

Aynaya bakın!

2 yaşındayken çocuk felci geçirmişti. Doktorlar bundan sonra ancak koltuk değnekleri sayesinde hareket edebileceğini söylemişlerdi. Etrafındaki herkes onun bu durumuna üzülmüştü.

Yaşı büyüyordu. Etrafındakiler ona üzülerek bakıyordu. Onun bu genç yaşta değneklere bağlı kalmasına üzülüyorlardı. Bir tek kişi inanmıyordu. O da kendisiydi…

Değnekleri bir kenara koydu ve koşmaya başladı. Bir atlet olmak istiyordu. Çalışmalara başladı ve her antrenmanını büyük bir zevkle yapıyordu. Engel ya da diğer şeyleri bir yana bırakmıştı…

Hem koşma yeteneğini geliştiriyordu hem de amacının dışında kalan şeyleri boşverebilme yeteneğini geliştiriyordu… En önemlisi de buydu…

Bir zamanlar engelli dedikleri çocuk Claudiad de Sevilla Maratonunda 42.195 metreyi 8 saat 53 dakikada koşarak dünya 5.si oldu!

Bu harika atlet bir TÜRK’tü. İsmi de

Nihat Demir

22 Ocak 2011 Cumartesi

Düş, inancın gerçekleşmiş halidir!

Mimar Sinan

         O, büyük bir DÜŞ’leyendi. O, gerçek bir DÜŞ’leyendi. Bir camii bir medrese ya da bir köprü  yapılacaksa, Mimar Sinan’ın yaratıcılığına ve işine bağlılığına güvenilirdi…

         Bir gün Kanuni Sultan Süleyman, büyük bir araziye, adına yakışır bir camii yaptırmak istemiştir. Aynı zamanda bu arazide medreseler, aşevleri gibi halka yararlı yapılar da yaptırmak istemiş.

         Hemen Mimar Sinan’a haber vermiş. Onun ne kadar büyük bir Mimar olduğundan emindi ve bu işi ancak o yapabilir diyordu.

         Mimar Sinan geldi ve ona ne istediğini söyledi Süleyman. Mimar Sinan’da hiç vakit kaybetmeden işe başlamak istiyordu ve hemen araziye gitti.

         Tüm ekibini topladı. İşçiler, çıraklar ve diğer ustalar…

         Mimar Sinan, hemen binayı yapmak isteyip saraydan hızlıca çıkmıştı fakat araziye gelip hiçbir şey yapmıyordu. Sadece ortasına oturup sağa sola yukarı aşağı bakınıp duruyordu. Arada bir ustalarına bir şeyler söylüyordu ve tekrar boş arazinin ortasına gelip oturuyor ve akşama kadar gözlerini açıp kapıyor, sağa sola bakıyordu.

         Etraftaki insanlar Mimar Sinan’ı böyle hiçbir şey yapmadan görünce hemen Kanuni Sultan Süleyman’a haber uçurdular. “Padişah’ım Mimar Sinan hiçbir şey yapmıyor. 2 haftadır sabahtan akşama kadar arazinin ortasına oturup sağa sola bakınıp duruyor.” diye şikayet etmişlerdi. Kanuni de Mimar Sinan’ın güvenilir biri olduğunu biliyordu. Gidip kendi gözleriyle görmek istedi. Şikayetin asılsız olmasını istiyordu…

         Kanuni Sultan Süleyman, arazinin olduğu yere gitti ve uzaktan Mimar Sinan’ı izledi. Gerçekten de şikayet ettikleri gibiydi. Mimar Sinan sabahtan akşama kadar oturup, sağa sola bakınıp duruyordu.

         Kanuni sinirlenmişti. Ama yüreğinin bir parçası hala ona güveniyordu. Hemen yanına istedi Mimar Sinan’ı.

         Gittiler ve “Seni Sultanımız çağırıyor!” dediler. Mimar Sinan bunu duyunca yerinden hafifçe doğruldu ve dümdüz yürümek yerine sağa sola dönüp yürüyordu. Bazen eliyle bir kapıyı iter gibi yapıyordu bazen de sanki tavana çarpacakmış gibi eğilip geçiyordu.

         Kanuni şaşkınlıkla izledi Mimar Sinan’ı. Onun bu hareketlerine önce anlam veremedi. Fakat sonra anladı ki bu müthiş insan, 2 hafta boyunca nasıl bir yapı olacağını düşlemişti. Onu o boş araziye zihninde çoktan inşa etmişti…

         Kanuni, Mimar Sinan’a bir kez daha güvendi ve inandı.

         İşte güzel ülkemizin harika yapılarını inşa eden bu harika düş ustası Mimar Sinan’dır…


20 Ocak 2011 Perşembe

“DÜŞ, EN GERÇEK ŞEYDİR!

DÜŞLE! GERÇEKLİK ARKASINDAN GELECEKTİR!”

Yaşıtlarından çok farklıydı. Sürekli düşler ve hayallere dalardı. Eğitim almayı pek sevmezdi fakat almak zorundaydı. Onun hayalleri bambaşkaydı… Yıllardır koca bir imparatorluğun hayaliydi…

Lala’sı onun bu inançlı yönünü fark etmişti. Çok farklı bir çocuktu ve çok farklı davranıyordu. Onun özel biri olduğunu ve gelecekte yine çok özel biri olacağını fark etmişti. O gelecekte düşünü kurduğu o büyük şeyi gerçekleştirecekti… Bundan emindi! Buna inanıyordu ve bunu başaracaktı!

Lalası Akşemseddin odasına kapandığını ve saatlerce dışarı çıkmadığını gördü. Odasına gittiğinde ise onu büyük bir dikkat ve konsantrasyonla bir şeyler düşünürken, bir plan yaparken görmüştü. Çok şaşırmıştı. Daha o yaşta bir çocuğun eğitiminin dışında oyun oynaması gerekiyordu fakat o oturmuş, önünde bir harita düşünüyordu… Düş kuruyordu… Akşemseddin ona “ Ne yapıyorsun?” dediğinde o da kendinden emin bir tavırla “İstanbul’u fethediyorum!” demişti…

Aradan yıllar geçti. Osmanlı’nın hayali olan İstanbul, onun düşü olmuştu. Gerçekleşen düşü!

Gemileri karadan yürüttü, ele geçirilmez denilen kaleleri zaptetti.  Bir çağı kapattı, yeni bir çağ açtı! Kendi düşü, bütün bir İmparatorluğun düşü olmuştu!

Ve 1453 yılında, yıllarca yerinden bile oynatılamamış İstanbul, Mehmet’in gücüyle zangır zangır titretilmişti!

Ve ona bundan sonra Fatih Sultan Mehmet diyeceklerdi…

Düşlerin Fatihi! İstanbul’un Fatihi!


13 Ocak 2011 Perşembe

BİR İNSAN NELERİ DEĞİŞTİREBİLİR?

BİR ULUSUN KADERİNİ MESELA…


Mecidiye Tabyası’ndaydı. Etrafına baktı ve tüm silah arkadaşlarının yerlerde olduğunu gördü. Hepsi ya ölmüştü ya da yaralıydı. Durumu şaşkınlık içinde izliyordu. Yapması gereken şeyin ne olduğunu da bilmiyordu…

Tabyanın komutanı olan Hilmi Bey de şaşkınlık içerisindedir. Bütün askerleri yaralanmış ya da ölmüştür. Bu sırada patlamalar halen devam etmektedir. Hilmi bey tozdan ve dumandan nereye gittiğini nerde olduğunu bile bilemez. Sadece askerlerin çektiği acılardan gelen inlemeleri duyar. Fakat elinden bir şey gelmez…

Bu sırada Queen Elizabeth gemisi tabyanın olduğu bölgeye yaklaşmış hatta top atışına da başlamıştır. Türk birlikleri ne kadar karşılık verirlerse versinler dünyanın en büyük zırhına sahip olan bu gemiye işlememektedir. Başka bir şey yapılmalıdır. Yoksa bu şeytan boğazı yerle bir edecektir…

Seyit Onbaşı da durumun farkındadır. Bir şey yapmalıdır. Bu gemiyi durduracak, hatta batıracak bir şey…

Yerde bir top görür. Eğer o topu menzile yerleştirip atarsa gemiye büyük bir zarar vereceğini düşünür.
Seyit Onbaşı topu kucaklar. Topun ağırlığı tam 287 kilodur*.


Topu kaldırdığı gibi menzile yerleştirir.
Ve ateşler…
Top inanılmaz bir gürültüyle fırlar yerinden. Ve tam da Queen Elizabeth’in dümeninin içine düşer…
Gemi ortadan ikiye ayrılır. Zayıf noktasından vurulmuştur.
Seyit Onbaşı atışı yapar yapmaz tabyasına döner ve mücadelesine devam eder…

Milletinin, ülkesinin kaderini değiştiren bu güçlü adam bir ormancıdır. Onun bu inancı ve gücü sayesinde Queen Elizabeth boğazı geçememiştir.

Kahraman Seyit Onbaşı’nın tek başına yaptığı bu şey, bir milletin kaderini değiştirmiştir…




11 Ocak 2011 Salı

NEREDE OLDUĞUN DEĞİL, NEREYE GİTTİĞİN ÖNEMLİDİR!

Anthony Robbins

Anthony Robbns ismini duymuşsunuzdur. Özellikle kişisel gelişimle ya da motivasyonla ilgilenen herkes duymuştur.

Duymayanlar içinse tanıtayım...

Anthony Robbins, bir kişisel gelişim uzmanı, yaşam koçudur. Kendi deyimiyle “antrenör”’dür. Dünyanın en iyi  işadamları arasında gösterilen bir girişimci ve yatırımcıdır. Aynı zamanda yaptığı motivasyon seminerleri ve televizyon programlarıyla bir gösteri adamıdır. Kendisi şuan Pasifik Okyanusu’na bakan bir şatoda 2 çocuğu ve eşiyle birlikte yaşamaktadır ve kitapları milyonlar satmıştır…

Peki!  Anthony Robbins, bütün bunları başarmadan önce nasıl bir yerdeydi. Nasıl bir süreç izlemiş ki bu bloga girme fırsatı bulmuş hep beraber inceleyelim…

 30 metre kare bir evde yaşamaktaydı. Ailesinden ayrılmıştı. Çünkü mutsuzdu. Bu küçük ve bakımsız evde yalnız başına yaşıyordu. Bulaşık yıkaması gerekirse küvetini kullanıyordu. Para kazanmak için yapacağı bir şey yoktu. Çünkü kendini kapana kısılmış ve çaresiz hissediyordu.
İnsanların sorunlarını dinliyordu. Hatta onlara çözüm buluyordu. Lise zamanlarında ona “Sorun Çözücü” diyorlardı. Bu da onu mutlu ediyordu. Fakat bir sorun vardı. Etrafındaki herkesi mutlu ediyordu. Ama bir kişi vardı mutlu olmayan o da kendisiydi…
O bu yaşamı hak etmediğini daha iyi bir yaşamı hak ettiğini düşünüyordu. Kendi kendine odasında debelenip duruyordu….
Sonunda “YETER ARTIK!” dedi. Bu söz onun hayatının en önemli sözüydü. Artık bu olanların hepsi geçmişte kalacaktı. O istediği hayatı yaşamalıydı. Çünkü kendisi böyle istiyordu…
Çalışmalarına başladı. İnsanlara koçluk yapmaya başladı. Sonra televizyon programları yazdı. Kanada’da bu programları yaptı. Sonra Amerika’da da uyguladı. Programları insanlara katkı sağlıyordu. Onların hayatlarında bir fark yaratması için etkili oluyordu. Zaten istediği şey de oydu.
Sonra seminer düzenlemeye karar verdi. O daha fazla insana ulaşmak istiyordu. Daha fazla insana ulaşınca daha çok tanındı. Daha çok tanınınca hem kendi hayatında hem de diğer insanların hayatlarında bir fark yarattı.
Seminerleri Amerika’ya herkesin ilgisini çekti. Herkes onunla tanışmak için ve hayatına bir katkısı olacağını düşündüğü için seminerlerine katılıyordu.
Robbins, kendini aşmıştı. Artık dünyanın her yerinde seminer vermeye başladı. Kitaplar yazdı*. Milyonlarca insana ulaştı. Büyük sporcularla, bilim insanları, oyuncular ve  bürokratlarla çalıştı.
Evet! Anthony Robbins bugün tüm dünyanın tanıdığı bir insan. Hayatını istediği gibi yarattı.
Bunun tek bir nedeni vardı.
Olduğu durumun ne olduğunu umursamadı. Gittiği yolun güzelliğini düşündü ve o yolda yürüdü…


·         * Sınırsız Güç, İçindeki Devi Uyandır, Bir Dosttan Pusulalar, Dev Adımlar.